31 Aralık 2012 Pazartesi

Elveda 2012 ve Tüm Geçmişimiz, Hoş Geldin 2013 ve Yeni Geleceğimiz





2012 yılına veda ederken, öncelikle bulunduğumuz dönemi değerlendirmek gerekir ise; materyalizm ön planda, barış ve eşitlik önemini yitirdi; ‘barış getirme’ adı altında ülkeler işgal ediliyor, savaşlar çıkartılıyor. Paraya dayalı sistem güçlendi, para sende ise,  güç de sende. Adalet sistemi dünya çapında çöküyor. İnsanlar birbirinden uzaklaştı, ayrımcılık arttı.

Ekolojik durum  çok kötü, dünyada açlık krizi giderek büyüyecek, enerji ve su krizleri beraberinde savaşları ve hastalıkları getirecek; zararlı gazları tüm uyarılara rağmen salmaya devam eden güç odakları küresel ısınma felaketini en uç noktasına ulaştırmak için azimle son sürat ilerliyorlar.

Dünyanın her köşesinde ahlaki ve sosyal çöküntü yaşıyoruz, hastalıklar büyük ivme kazandı. Gaia’nın kaynaklarını hoyratça  tüketip, kirletiyoruz.

Yaşadığımız dönem o kadar tuhaf ki, yeni doğan bebeğini  çöpe atanlar, pencereden fırlatanlar, minik bedenlere dayak atan, tecavüz eden yaratıklarla dolu. Hayat pahalılığından, işsizlikten, eğitim yetersizliğinden, adaletsizliklerden bahsedip duruyoruz ama bunlara rağmen hızla ürüyoruz.

Gaia’nın kaynakları dünyaya yeni gelecek bireyleri besleyip büyütmeye yeterli mi? Dünya’ya gelecek bireyi, ideal insan olma eğitimi verecek kadar bizler iyi miyiz? Her şeyi doğru yaptık mı? Yoksa; ‘hamdık, piştik, yandık’ diyenlerden misiniz?

Ben yazılarımı, hamdık, piştik, yandık yolu’nun farkındalığında olanlara yazıyorum. Yolunuza çıkacak fare’leri de size anlatmaya çalışarak, sizleri bir daha geri dönmek istemeyeceğiniz, farklı bir yola sokmayı başarırsam ne mutlu bana.

Günümüzün tablosunu yukarıda kısaca özetledim, durum pek parlak değil; hepimiz de bunun bilincindeyiz. Bireysel olarak yapacaklarımız sınırlı bunun da farkındayız. Ama ben size daha farklı yolları tanıtacağım.

Öncelikle daima pozitif olun. Korku, endişe, öfke, (her türde) bağımlılık gibi kötü düşüncelerinizden kurtulun. Negatif düşüncelerinizi, pozitife çevirmeye çalışın. İnanın negatif düşüncelerinizle beslenen varlıklar/bireyler de bu dünyada yaşıyor. Onları yok etmek sizin elinizde.

Olumsuz bir düşünce mi hissettiniz ve bu sizi üzmeye, yıkmaya mı başladı? Bu düşüncenin kaynağına inin, sebep bulamıyorsanız eğer, bu tarz duygu salınımı yapan manyetik alanlar var. Farkına varıp, bu benim düşüncem değil, dediğiniz an, bir bıçak gibi o duygu/düşünce empozesi aniden kesilecektir.

Düşüncelerinizi mümkün olduğunca  denetleyin, çünkü en olmayacak şey başınıza gelebilir. Düşünce ile hayatınıza olumsuzlukları sokmayınız. Sonra bunu temizlemek hayli zor olabiliyor.

Bir yıl daha biterken, geçmişinize dönüp bakın. Geçmişteki hatalarınızı, sevaplarınızı, başarılarınızı, başarısızlıklarınızı, bıraktığınız veya bırakamadığınız insanları görün.

Öncelikle kendinizi affedin ve özgür bırakın.

Sonra aranızda sorun olduğunu hissettiğiniz kişileri  teker teker bağışlayıp, affedin ve özgür bırakın. Bunun için en ideal zaman gece 00:30 ile sabah ezanı arasında göklerin kapısı açık olduğundan, size her türlü yardım, siz farkında olmadan gelecektir. Dilekleriniz içinde en ideal zamandır ama ne dilediğinizin yeter ki farkında olun.

Affetme sorunu yaşadığınız insanları bir seferde affedemeyebilirsiniz bu çok normaldir ama bu hayat diliminizi kapatmadan affedin ki; bundan sonraki enkarnelerinize aynı kişileri ve aynı sorunları taşımayın.

İçiniz ile dışınızı dengeleyin.

Bilinçli olun, kararlarınızı akıl-mantık-şuur üçgeniniz ile verin. Doğaya, bitki ve hayvanlara saygı duyun ve elinizden geldiğince koruyun. Ben yerine BİZ bilincinde olun. Unutmayın elinizdeki bir parmak eksik olsa, artık eskisi gibi olmayacaksınız. O yüzden BİRLİK bilincinin farkına varın.

Ben’lik’ten Kurtulup, BİZ olma bilincine,
Sevgi ile Varan Dostlarla

2013’de görüşmek üzere …


Herşey gönlünüzce olsun.

Nice Mutlu Yıllara.....



21 Aralık 2012 Cuma

21.12.2012





21.12.2012 ŞİRİNCE PROGRAMI


10:00  Kahvaltı
12:00  Orman Yürüyüşü
14:00 Piknik Alanında Öğle Yemeği
17:00  Şarap ile Günbatımı
18:30  Mehdi Mesih ile Buluşma
19:00  Son Akşam Yemeği
20:00  Düşen Göktaşları İzlencesi
21:30  İsrafil’den Sur Dinletisi
23:00 Keşke Herkes Burada Olsaydı Konuşmaları
00:00 Kıyamet ve Kapanış
00:01  Mahşer’de Buluşma
00:02  Ulan Hani Şirince’ye Bir şey Olmayacaktı Tartışması
00:03  Sözlü için Hazırlanma
04:00  Sözlülerin Bitimi
05:00  Sırat Köprüsü Turu
06:00 Cennet ve Cehennem için Dağılış




21.12.2012 ile ilgili herkesin farklı beklentileri olduğu için önce yüzünüzü gülümseterek güne başlamanızı istedim. Sonrasında da konuyu uzmanına bırakarak çekiliyorum. 




Don Alejandro, Mayaların öğretilerinin, görüşlerinin ve kehanetlerinin en önde gelen bekçisidir. Guatemala Ulusal Maya önde Gelenleri (İhtiyarlar) Meclisi başkanı, Maya Takvimi tutucusu, 13. kuşak Quiche Maya Yüksek Rahibi ve Amerika’nın Kıtalararası önde Gelenleri (İhtiyarlar) Meclisi ve Ruhsal Rehberlerinin en kıdemli üyesidir. Aynı zamanda Maya Kültürü konusunda uluslararası bir okutmandır.


Sevgili kardeşlerim,

Cennetlerin kalbi ve Dünyanın kalbi adına sizleri selamlarım.

Ulusal Maya önde Gelenleri (İhtiyarlar) Meclisi adına, Guatemala Ruhsal Rehberleri adına küresel seviyedeki, muazzam manyetik bağlantılarınıza dikkat çekmek istiyorum:

Maya Ulusunun ruhu ve Toprak Ana ruhu bizleri bütün dünya insanları ile dost olmaya davet ediyor. Bir Maya kehaneti der ki "bir elin parmaklarının birleştiği gibi, hepimiz bir gün bir araya geleceğiz". Hepimiz Dünyanın çocuklarıyız, hepimiz yüce 'Yaradan'ımızın bahçesinden gelen farklı renkte, şekilde, bedende, farklı aromada; farklı diller konuşan, kendi kültürüne göre tapınan, meditasyon yapan ancak en nihayetinde aynı Yaradan'a ibadet eden insanlarız. Yaradan'a hepimiz kendi kültürümüze göre farklı bir ad vermişiz.

Umarız bu bildiri gitmesi gereken her yere ulaşır, özel kesimlere olduğu kadar yönetimlere de ulaşır; toprak sahipleri, bilim adamları vs. dünyadaki her tür insana. Kardeşlerim, yeryüzünde 500 senedir katliam hüküm sürmekte, insanların yok edilmesi, kardeşlerimiz olan hayvanların ve asırlık ağaçların yok edilmesi her gecen gün daha da artmakta. Biz kıdemliler olarak mistik ve binlerce yıllık bilgi birikiminin bekçileriyiz.

Yorulmaksızın uçan kuşlar, kehanetlerin gerçekleştiğini görecek kadar yaşadılar. Dünyadaki bütün insanları ve hükümetleri bilinçlendirmek ve gezegenimizin şu andaki durumunu analiz etmesini ve yansıtmasını istiyoruz.

500 sene önce Amerika kıtasının cennetten bir köşe olduğunu hatırlamakla ise başlayalım. Bakir ormanlar, harika hayvanlarla dolu şehirler, rengârenk özgürce uçan kuşların oluşturduğu şehirler; herkese yetecek kadar yiyecek. Sular saf ve bereketli idi ve insanlar, geleneklerine göre yaşıyorlardı, kültürlerini koruyorlar ve Toprak Ana’nın güzelliğini muhafaza ediyorlardı. Atalarımız bulaşıcı hastalıklardan uzak bir şekilde 100 yaşlarından fazla yaşayabiliyorlardı. Yaradan'ın kanunlarına saygılı ve itaatkâr idiler.

Bir de şimdiki zamandan konuşalım. Teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanıyor, her gün hayatımızı daha da kolaylaştıran icatlar yapıyoruz ve hepimiz bunları kullanıyoruz. Ancak bu nimetler için ormanlarımızı yok ediyor, nehirlerimizi kurutuyor ve sularımızı kirletiyoruz. Ekinlerimiz hastalık kapıyor ve ekinleri yiyen hayvanlarımız ölüyor. Hepimiz bulaşıcı hastalıklar tehdidi altındayız ve bu hastalıkların çoğu geçmişte olmayan hastalıklar. Kimyasalların kullanımının artması, böcek ilaçlarının ekinlerde kullanılması hepimizin zararına ve en önemlisi nükleer denemeler:

Nükleer bombalar dünyamızı ve üzerinde yaşayan her canlıyı hiç olmadığı kadar tehdit altında bırakmaktadır. Birçok kişi evsiz, çocuklar sokaklarda dileniyor, bazıları ise fahişelik yapmak zorunda kalıyor. Yağmacılar ve talancılar ise yükselişte. Sokaklarda gündüz gözüyle öldürülen insanlar, insan kaçırmalar, gasp, okullarda toplu katliamlar, çocuklarını öldüren aileler, ailelerini öldüren çocuklar, kendi öz çocuklarına tecavüz eden aileler. Bütün bu olanlar zehirlenmenin sonucu. Saygı diye bir şey kalmadı; daha doğrusu hayata saygı kalmadı. Otoriteler kendilerini satıyor. Adalet alınıp satılabilen bir mal haline geldi.

Simdi de gelecek hakkında konuşalım. Biz Mayaların kıdemlileri ve dünyadaki tüm yerliler olarak, geleceğimiz için ibadet ediyoruz. Sadece bugünümüzü değil, yarınlarımızı düşünüyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız ve gelecek nesillerimiz için.

Büyük bir karanlığın yaklaştığını görmekteyiz, büyük zarar verecek olan bir karanlık. Büyük kirlenme dediğimiz karanlık. Bunun tüm sebebi bizler yani insanlarız. Kendi mezarlarımızı kendimiz kazıyoruz. Savaşlar başka yeni ülkelere kayıyor; sebep olarak özgürlük götürdüklerini söylüyorlar ancak sonuçta daha fazla kölelik ortaya çıkıyor.

Yeni kalkınma hamleleri yaptıklarını söylüyorlar ama sonuçta az gelişmiş ülkeler daha fazla açlığa sürükleniyor. Böyle devam edersek eninde sonunda savaşmak için bile insan bulunamayacak. Ulusal Maya önde Gelenleri(İhtiyarlar) Meclisi dünyanın tüm uluslarına sesleniyor - hükümetleri ve yöneticilerine - kirlenmeyi durdurun; küçük ve büyük isletmeler alternatif enerji kaynakları kullanın. Daha fazla savaş, daha fazla olum, nükleer testler, kimyasal madde kullanımı istemiyoruz çünkü Toprak Ana gereğinden fazla ısındı. Eğer simdi durmazsak çok yakında milyonların ölümüne sebep olacak bir cevap verecektir.

Yaradan bizleri O'na ibadet etmemiz, birbirimizi sevmemiz ve saymamız için bizleri yarattı. Hepimiz eşitiz, bizler dünyanın çiçekleriyiz, farklı bedenlerde, kokularda, renklerdeyiz. Ama hepimiz O'na doğru bakıyoruz ve değişik danslarla, müziklerle, seremonilerle ibadet ediyoruz. Hepimiz O'nun çocuklarıyız, görüp göremediğimiz, hissedip hissedemediğimiz her şeyi O yarattı. İyi olmamız için bize akıl ihsan eyledi.

Her renkten erkek ve kız kardeşlerim, hep beraber birlik olursak gücü elinde tutan yöneticiler, politikacılar, işadamlarına şu mesajları verebiliriz: ‘Savaşa hayır, bombalara hayır, ölümlere hayır. Hep beraber bir fark yaratabiliriz.

Maya kehaneti şöyle der: "Kalkın (yükselin), hepiniz kalkın (yükselin), hiç kimse arkada kalmayacak şekilde yükselin, hep beraber bir kez daha geldiğimiz yeri, özümüzü göreceğiz"



Don Alejandro Cirilo Perez Oxlaj/ Wandering Wolf
Grand Elder of the National Council of Elders Mayas,
Xincas and Garifunas of Guatemala





Özetle 2012

Orta Amerika’daki Maya uygarlığı zaman-bilim bilgisine göre en gelişmiş uygarlıklardan biridir. Kullandıkları ana takvim gezegendeki en kusursuz olanıdır.
Hiç bir zaman yanılmamıştır. Mayalıların beşinci dünyası 1987’de bitmiştir. Altıncı dünyaları 2012’de başlayacaktır. Yani bizler şu an ‘iki dünya arasındayız’.

1. İnsanoğlu ve Dünya gezegeni şu an farkındalık ve gerçeklik anlayışında çok büyük bir değişiklikten veya yer değiştirmeden geçmektedir.

2. Orta Amerika’daki Maya uygarlığı zaman-bilim bilgisine göre en gelişmiş uygarlıklardan biridir. Aslında toplamda Evrenin ve Solar sistemin zaman devirlerini kaplayan 22 takvimleri mevcuttur. Bu takvimlerden bazıları henüz açığa çıkmamıştır.

3. Mayalıların beşinci dünyası 1987’de bitmiştir. Altıncı dünyaları 2012’de başlayacaktır. Yani bizler şu an ‘iki dünya arasındayız’. Bu zaman ‘Apocalypse’ veya açığa çıkma olarak adlandırılmaktadır. Bu, asıl gerçek açığa çıkacak demektir. Bu aynı zamanda bizler için ‘kendi karekteristiklerimiz’ için bireysel veya kollektif çalışma zamanıdır.

4. Mayalıların altıncı dünyası aslında boştur. Bu, birlikte yaratıcılar olarak, yaratmak istediğimiz yeni bir dünya ve uygarlığa başlamak şimdi bize kalmış demektir.

5. Mayalılar’ın ayrıca 2012 için söyledikleri;

    Bildiğimiz teknolojinin ötesine geçeceğimiz,

    Zaman ve paranın ötesine geçeceğimiz,

    Dördüncü boyutu geçtikten sonra beşinci boyuta gireceğimiz,

Dünya gezegeninin ve Solar Sistemin Evrenin geri kalanı ile galaktik eş zamanlamaya gireceği, DNA’larımızın galaksinin merkezinden ‘yükseltileceği’ (veya yeniden programlanacağı). (Hunah Ku) Bu gezegendeki herkes mutasyona uğramaktadır. Bazıları diğerlerine göre daha farkındadır. Ama herkes bunu yapmaktadır.

6. 2012 de Solar Sistemimizin düzlemi, Samanyolu Galaksimizin düzlemi ile tamamiyle hizaya girecektir. Bu döngünün tamamlanması 26,000 yıl almaktadır. Virgil Armstrong ayrıca başka iki galaksinin de bizimki ile aynı zamanda hizaya gireceğini söylemiştir. Kozmik bir olay!

7. Zaman hızlanmaktadır (veya çökmektedir). Binlerce yıldan beri Dünya’nin Schumann rezonansı veya kalp atışı saniyede 7.83’dür. Ordu bunu çok güvenilir bir kaynak olarak kullanmaktadır. Bununla beraber, 1980’den beri bu rezonans yavaşça artmaktadır. Şimdi bu her bir saniye de 12 devirden fazladır. Bu her gün eski 24 saatte göre 16 saatten aza denk gelmektedir.

8. Apocalypse veya ‘dünyalar arası zaman’ boyunca bir çok insan birçok kişisel değişikliklerden geçecektir. Bu değişiklikler çok fazla ve farklı olacaktır. Bütün bu buraya ne öğrenmek ve ne deneyimlemek için geldiğimizin bir parçasıdır. İlişkilerin bitmesi, yaşanan evin veya yerin değişmesi, mesleğin veya işin değişmesi, davranış veya düşüncelerde değişimler bu değişikliklere örnek olabilir.






















11 Aralık 2012 Salı

TARİHSEL BİR DEDİKODU


Internette bir konuyu araştırırken aşağıdaki yazıya rastladım. Hayli ilginç bulduğum yazıyı, yayınlanmış hali ile  sizlerle de paylaşma ihtiyacı hissettim.

Bildiğiniz gibi ülkelerin yazılı ve yazılı olmayan tarihleri var. Yazılı olmayan tarihi herkesin öğrenmesi farzdır ilkesiyle sunuyorum.


Muammer Erkul’un kaleminden;


Saray görmüş son şehzade Ertuğrul Osman değildi...
Zaten şehzadeler sarayda yaşamazdı. 
Dolmabahçe Sarayı da hanedan mensupları için kullanılmazdı. 
O muhteşem saray; devletin ihtişamını ispat edecek önemli gün ve toplantılar içindi. 
Padişah ve ailesi (bugün her iş adamının alabileceği ölçüde) Yıldız Köşkü’nde otururdu.
1912’de Nişantaşı’ndaki baba konağında doğan Ertuğrul Osman Efendi, dört-beş yaşlarında bir-iki defa dedesini görmüştü; ama hapis tutulduğu Beylerbeyi Sarayı’nda! 
Sonra dedesi vefat etti ve 12 yaşında (Mart 1924) sürgün hayatı başladı.


Öyleyse kim yaşadı bu koskoca sarayda? 
Sarayda yaşamış son “şehzadeler” kimlerdi?
Elbette İsmet İnönü’nün çocukları Ömer (1924’lü), Erdal (1926’lı) ve bir de Özden!..

Bugün şaşıranlar, inanmayanlar oluyor. 
İkinci bir partisi bile olmayan dikta yönetimlerinde her şey gibi elbette saraylar da diktatöründü! Tek adam olarak 12 yıl süren bu saltanatı 1950 seçimlerini kazanan Menderes bitirdi. 
Onun asılması için başka sebep arayanlara şaşılır ki Atatürk’ün ölümünden sonra kâğıt paraların üzerinde bile İnönü vardı.
Memleketin yeni “hükümdar ailesi” yazları İstanbul’a gelir, bazen adada bazen de Dolmabahçe’de kalırlardı. Yıldız ve diğer köşklerin eşyaları Ankara veya sağa sola dağıtıldığı, Topkapı Sarayı kullanıma uygun bulunmadığı için... Bir nevi çaresizlikten buraya sığınmıştı İnönü ailesi!

Dolmabahçe Sarayı ki ancak 13 yılda (1856) bitirilmiş, 110.000 m2 üzerine üç kattı.
4500’ü halı 45.000 m2 zemini döşeliydi.
285 oda, 46 salon, 6 hamam, 68 tuvaleti ve elektrik, kalorifer sistemi vardı.
İşte bu saray, özellikle Ömer İnönü için okul yılları boyunca açık tutulmuştu.


Güneri Cıvaoğlu'nun 15 Şubat Pazar 2009 günü yayınlanan
"Metin’le bir peri masalı yaşadım" yazısının ilk bölümü...

ÖZDEN (İnönü) Toker, henüz öğrenci... İstanbul’da o da öğrenci olan Metin Toker’le tanışıyor.
Toker; “Özden’in örülmüş gür ve siyah saçları, iri gözleri beni çekti” diye anlatır.
Birbirlerinden telefon numaralarını alırlar.
Metin Toker muhabir olarak çalıştığı Cumhuriyet Gazetesi’nin numarasını verir, Özden İnönü ise Dolmabahçe Sarayı'nın... 

Genç ve varlıklı olmayan gazeteci ile Cumhurbaşkanı-Milli Şef-İkinci adam İsmet Paşa’nın kızı arasındaki peri masalı diye anılan aşk böyle başlar.

Düşünün İstanbul’da bir genç, hoşuna giden kızın telefon numarasını istese sözgelişi, Kadıköy’den, Etiler’den, Bebek’ten, Bayrampaşa’dan, Gültepe’den, Fatih’ten, Ataköy’den bir semt numarası verir.

Ama... Metin Toker'e verilen numara, Dolmabahçe Sarayı'dır.  
Peri masalı İstanbul’da, Ankara’da, sonra da Metin Toker’in muhabirlik yaptığı ve siyasal bilgiler okuduğu Paris’te, Özden İnönü’nün okuduğu Londra’da devam eder.
Ve Paris’te bir yılbaşı...
Arkadaşlar arasında yeni yıl kutlama partisi...
Metin Toker, dans ederken Özden Toker’in kulağına “benimle evlenir misin?” diye fısıldıyor.
Özden İnönü, hiç tereddüt geçirmeden “evet” cevabını veriyor.


........... yazı böyle devam ediyor, bizi ilgilendiren kısmı buraya kadar...

Can Dündar ise 06.03.2004 tarihinde yayınlanan

"Ömer İnönü ve bir cinayet hikâyesi"

yazısında şunları anlatıyor, "geçen gün kaybettiğimiz Ömer İnönü" girişiyle. Buyrun:

Yaşı yetenler hatırlar:
DP'yi iktidara getiren seçim 14 Mayıs 1950'de yapıldı.
Seçime 10 gün kala DP'yi destekleyen Zafer gazetesinin 1. sayfasında bir kaza haberi yayımlandı. Haberin başlığı, "Kayalıbay'ın ölümündeki esrar"dı.

Haber, Muzaffer Kayalıbay adlı vatandaşın 1945 yılında, Taksim'deki bir kavgada yaralandığını ve sonra da arabayla ezilerek öldüğünü duyuruyordu.
Seçime 10 gün kala, 5 yıllık bir ölüm haberinin neden manşete yerleştiği seçimden 40 gün sonra anlaşıldı.
DP milletvekili Ahmet Gürkan Meclis'te "Bu olay bir kaza değildir. Şef sisteminin bu memlekette karanlıklar içinde bıraktığı bir faciadır" dedi.
Gürkan'a göre "Kayalıbay'ı o gece tekmeleyerek yere düşüren ve üzerinden otomobille geçerek öldüren kişi, Ömer İnönü'ydü".

DP milletvekiline göre olay şöyle yaşanmıştı:

Kayalıbay, Olga adlı bir Rus kızıyla evliydi. Olay günü, Olga'nın Rus kız arkadaşı ve dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın oğlu, bir otelde içip sarhoş olmuşlar, sonra da Dolmabahçe Sarayı'nı aramışlardı. 

Sözde Tandoğan, telefonda "Şehzade"ye, "İstediğiniz kadınlar burada, yola çıkıyoruz, bizi karşılayın" demişti.

O karşılama sırasında çıkan tartışmada Kayalıbay, Ömer İnönü'nün yüzüne yumruk atmış, Ömer de Muzaffer'in kasığını tekmelemiş ve mesanesi patlayarak yere yığılan adamı arabasıyla ezerek öldürmüştü.

Milletvekiline göre olayın tanıkları ve kanıtları vardı. "Hükümet, bu cinayeti aydınlatmalı"ydı. (Metin Toker, "DP'nin Altın Yılları", Bilgi, s. 60)

O günden sonra Türkiye, bir yıl, bunu konuştu.

DP'lilere göre olay, Şef'in hasıraltı ettiği bir skandaldı. CHP'lilere göre ise, Celal Bayar, yıllar önce Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra yolsuzlukla suçlanıp beraat eden oğlunun intikamını alıyordu.
İsmet İnönü, "Ailemiz muazzam bir iftira karşısındadır" açıklamasını yaptı. Ömer İnönü, "Ben böyle bir hadise sırasında orada değildim" dedi.
Baba oğul, daha önce bu konuyu konuşmuşlardı. İsmet Paşa bir ihbar üzerine oğlunu çağırmış, "Bana doğruyu söyle. Böyle bir olay var mı" demişti.
Ömer, "Hiç haberim yok" deyince Paşa bunun bir komplo olduğuna inanmıştı.
Ancak Ömer hala endişeliydi.
Bir gece annesine "İki yalancı şahitle beni mahkum edecekler" demişti. (Gülsün Bilgehan, "Mevhibe", Bilgi, s. 172)

* * * * * * * * * * *

Sonra neler mi oluyor?
Belki okuyanlar arasında o günleri hatırlayan bir iki kişi çıkar...
Konu Meclis'e yansıyınca iş büyüyor. Kayalıbay ailesi Ömer İnönü'nün tutuklanmasını istiyor. Savcılıktan Pembe Köşk'e gelen bir davetle Ömer "katil suçundan sanık" olarak ifade vermeye çağrılıyor. Basının büyük ilgiyle izlediği, 80 tanıklı davadaki suçlamaların dayanaksız olduğu anlaşılıyor ve Ömer İnönü beraat ediyor... Öldüğü güne kadar politikaya hiç yaklaşmıyor, uzun yıllarını yurt dışında geçiriyor, falan...

Zaten anlaşılmıştır, belli ki buradaki satırlarımızın ve yaptığımız alıntının gayesi cinayet ve siyaset değil...
Can Dündar'ın yazısının içinde Dolmabahçe'den çağırılan "şahzade" ifadeleri geçtiği içindir.

Can Dündar'ın yazısı içinde geçen olaydaki itirazlar da zaten İnönü soyadı taşıyan genç insanların Saray'da yaşamasına değil, katil olup olmamasınadır...


Bizim konumuz, işin "Saray" kısmıdır, Tandoğan'lı veya Taksim'li kısmı bizim konumuzun dışındadır...

* * * * * * * * * * *

Ömer İnönü hakkında özet bilgi şu şekildedir:

Ömer İnönü (doğum. 1924 - ö. 2 Mart 2004), Türk işadamı ve ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün büyük oğlu. Ankara Gazi Lisesi'ni bitirdikten sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Makina Yüksek Mühendisliği'nden mezun oldu. 1952 yılında Engin İnönü ile evlendi. İnönü çiftinin Hayri ve Eren isminde iki çocukları oldu.

Ömer İnönü, 3 Mart 1972'de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının serbest bırakılması için gerçekleştirilen Türkiye'nin ilk uçak kaçırma eyleminde yolculardan biriydi. Ayrıca; Türkiye Toprak, Seramik, Çimento ve Cam Sanayii İşverenleri Sendikası'nın da kurucularındandı. Eşi Engin İnönü'nün ölümünden yaklaşık olarak iki ay sonra 2 Mart 2004'te Maçka'daki evinde öldü.

İki ilginç not da şunlardır:

Ömer İnönü Ankara Gazi Lisesi'ni bitirdikten sonra Makina Yüksek Mühendisliği okumak isteyince babası ona ODTÜ kurdu diyen de var, Ömer Ankara'ya böyle bir okul kazandırdı, diyen de var...

Bir ilginç not ise şu:
Ömer İnönü'nün doğduğu zaman, Osmanlı şehzadelerinin (hanedanın) sürgüne gönderildiği zamandır!..

* * * * * * * * * * *

Bu arada, hazır konu açılmışken Dolmabahçe Sarayı hakkında da biraz bilgi vermek lazım:

Beşiktaş Sahil Sarayı, Sultan Abdülmecid tarafından ahşap ve kullanışsız olduğu gerekçesiyle 1843 yılından başlayarak yıktırılmış ve aynı yere günümüzdeki Dolmabahçe Sarayı'nın temelleri atılmıştır. Yapımı, çevre duvarlarıyla birlikte 1856 yılında bitirilen Dolmabahçe Sarayı 110.000 metrekareyi aşan bir alana kurulmuş ve ana yapısı dışında 16 ayrı bölümden oluşmuştur. Bunlar saray ahırlarından değirmenlere, eczanelerden mutfaklara, kuşluklara, camhane, dökümhane, tatlıhane gibi çeşitli amaçlar için yapılmış yapılardır. Bu yapılara Sultan II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) Saat Kulesi ve Hareket Köşkleri eklenmiştir.

Osmanlı mimarları Karabet ve Nikogos Balyan tarafından yapılan sarayın ana yapısı; Mabeyn-i Hümayun (Selamlık), Muayede Salonu (Tören Salonu) ve Harem-i Hümayun adlarını taşıyan üç bölümden oluşur. Mabeyn-i Hümayun; devletin yönetim işleri, Harem-i Hümayun; padişah ve ailesinin özel yaşamı, bu iki bölümün arasında yer alan Muayede Salonu ise padişahın önemli devlet törenleri için ayrılmıştır.

Dolmabahçe Sarayı, bodrumla birlikte üç katlıdır. Biçimde, ayrıntılarda ve süslemelerde gözlenen belirgin batı etkileri taşıyan saray, bu etkilerin Osmanlı ustalarca yorumlanmış bir uygulamasıdır. Yapının beden duvarları taştan, iç duvarları tuğladan, döşemeleri ahşaptan yapılmıştır. Saraya, 1912 yılında elektrik ve kalorifer tesisatı eklenmiştir.



Cinayet davasıyla ilgili Ankara Vali’si Nevzat Tandoğan’ın intiharıyla sonuçlanan  kısmı ile ilgili anlatımlar var. Onu da bir ara sizlerle paylaşacağım.

27 Kasım 2012 Salı

Prens’e(/Prenses’e) Dönüşmeyen Kurbağalar






Bir zamanlar yedi güzel kızı olan bir kral varmış. Bu kızların en güzeli en küçük olanmış. Güzel günlerde sarayın yakınındaki serin gölün kıyısında altın topuyla oynamaya bayılırmış. Bir gün kız topunu havaya atmış ve beklenmedik bir şey olmuş. Top göle düşmüş! “Topum gitti!” diye ağlamış kız. “Ben senin topunu getiririm,” demiş gölün kıyısındaki küçük bir kurbağa. “Ama benimle arkadaş olacağına, yemeğini paylaşacağına ve geceleri yatağına alacağına söz verirsen” diye devam etmiş kurbağa. “Tamam ” demiş kız. Ama kurbağa suya dalıp kızın topunu ona geri vermez koşarak saraya dönmüş.

Akşam kral ve ailesi sofraya oturmuşlar. Tam yemeğe başlamak üzerelerken kapıdan bir vraklama sesi gelmiş. Küçük prenses duymazdan gelmeye çalışmış. Ama kral meraklanmış. ” Kim o?” diye sormuş. Prenses bunun üzerine kurbağaya verdiği sözü babasına anlatmış. ” Söz sözdür kızım,” demiş babası. Böylece prensesin nefret dolu bakışlarına rağmen kurbağaya sofrada yer verilmiş.

Yemekten sonra kız tek başına yatağına yönelmiş. Kurbağa masadan, ” ya ben ne olacağım? ” diye vraklamış. Kral kızına, “Verilen sözlerle ilgili söylediklerimi unutma” demiş. Prenses kurbağayı yanına alıp odasına götürmüş ve bir köşeye bırakmış. ”Yastığına gelmek isterim demiş,” kurbağa. Prenses gözyaşları içinde kurbağayı yastığına bırakmış.

Tam o anda kurbağa yakışıklı bir prense dönüşmüş. “Korkma, ” diye gülümsemiş. ”Bir cadı beni kurbağa yapmıştı ve bu büyüyü ancak bir prenses bozabilirdi. Umarım arkadaş olabiliriz. Hem bak artık bir kurbağa değilim.” Prens ve prenses çok geçmeden evlenmişler ve düğünlerinde tabii ki bazı yeşil dostlarını da davet etmeyi unutmamışlar.



Hikaye,  ilk tanışmada yatağa atılan kızın hikayesi ve bizleri uyarıyor;

- Altın bile olsa oyuncağın (maddenin) peşinden koşma,
- Söz verirken dikkat et, seni yanlışa sürüklemesin,
- Herşeyin bedeli var,
- Dünyada kötü insanlar (cadı) vardır,
- Amacı doğrultusunda sizi kullanmak isteyenler vardır,

listeyi bu şekilde uzatabiliriz. Bu yüzden çocuklarımızın minik  beyinlerini olmayacak prens/prenses hikayeleriyle bulandırmak yerine, hayatın gerçeklerini öğreterek, hayal kırıklığı, üzüntü, mutsuzluk yaşamayacakları bir gelecek inşa etmelerine yardımcı olabiliriz diye düşünüyorum.

Hikayemizin ana konusu kurbağa, o halde önce kurbağa’yı tanımlamakla işe başlayalım: Kaypaktırlar, sağa sola sıçrayıp kaçarlar, ortama göre renk değiştiren türleri vardır, bazıları zehirlidir, uzun dilleri vardır, atletiği de vardır, kilolusu da, çamura yatmayı severler, eş yaşamı çokludur, siğil bulaştırabilirler (tıpkı HPV gibi), …


İnsani özelliklere ne kadar yakınlar değil mi?

Kurbağa İnsanlardan örnekleme yapalım. Öncelikle, eğitimli kurbağa/eğitimsiz kurbağa diye bir şey yoktur. Kurbağa kurbağadır.

Diyelim ki; karşınıza aşırı derecede yakışıklı/güzel birisi çıktı, maddi yönü de standartların hayli üstündeyse, başta piyango size çıkmış gibi hissedersiniz değil mi?

Baştan söyleyeyim; hayatında sadece siz olduğunuzu düşünmeyin, ilk başlarda sadece siz olabilirsiniz ama bir müddet sonra sarışının adı, esmerin tadı tarzında gizli gizli veya aleni eylemleri olabilir. Kıskançlık yapmanızı/hesap sormanızı sevmezler ama aşırı kıskançlık görüntüsü ile sizi esir alır (maksat başka kurbağaya gitmesin). Maddi yönü kuvvetliyse, bir müddet sonra sizi bu konuda da ezmeye başlayabilir. ‘Ben’ merkezcidir. Kendini bulunmaz hint kumaşı tarzında görür. Kendi kusurlarını görmez ama sizinle uğraşır, saçın, gözün, kıyafetin, kilon, göbeğin…. 

Kabuk bağlamış yaralarınızı daha fazla kopartmayayım en iyisi.


Değişik bir zamanda yaşıyoruz. Bireyler arası sosyal ilişkiler minimum düzeyde sürüyor  bu da tabiî ki partnerimizle olan ilişkilerimizi cinsellikle sınırlandırıyor ve artık ortak paylaşım ruhunun kalmadığını gözlemliyorum. Herkes bireysellik peşinde, halbuki dünyaya bireysel yaşam formatı sürmek üzere gelseydik, dünyada aseksüel yaşam formatı olurdu. Fakat bu çoklu, karışık, hayvansal yaşam formatı süreceğiz anlamına da gelmiyor. 

Varoluş hikayemizin en başında Havva’nın, Adem’in kürek kemiğinden yaratıldığını söyler; bu da kadın ve erkeğin aslında ayrılmaz bütün veya birbirlerinin tamamlayıcısı olduklarının  öğretisidir.

Kendi tamamlayıcımızı bulana kadar epey bir yol sarf ediyoruz ve bu yolda maalesef ki; karşımıza cadılar, kurbağalar da bolca çıkıyor, çıkmasına da asıl siz karşınızdakinin iç yüzünü fark edecek kadar uyanık mısınız? Yoksa prens/prenses’e dönüşür diye hayal aleminde mi yaşıyorsunuz?

Hayal aleminde yaşayanlar, silkelenip uyanın dört dörtlük insan yok! O yüzden Prens/Prenses beklemenin hayali niye? Ayrıca, sonradan ben bunu törpüler değiştiririm diye de düşünmeyin, değişmezler. Odun odundur, kurbağa, kurbağadır.


Dış görünüş önemli deseniz, dünyanın en güzeli/yakışıklısı bile gün gelip, tam tersi olabiliyor. Maddiyat deseniz bir gecede gidebilir. Sağlıkta her an elimizden kayabiliyor. Aslında kelebekler gibiyiz sadece yaşadığımız an var, bir sonraki adımı göreceğimizin garantisi yok.

Bu yüzden yanında rahat ettiğiniz, birlikte konuşabildiğiniz, birbirinizi dinleyebildiğiniz, sizin duygusal hallerinizi sesinizdeki/yüzünüzdeki minik bir titreşimden bile anlayan, yanında kendinizi eksik/fazla hissetmediğiniz, birlikte vakit geçirmekten sıkıntı duymadığınız, saygı ve güven duyduğunuz, bireylerle yolunuza devam ediniz. Bunun için bir sürü kurbağayı da öpmeye gerek yok; aklınız, mantığınız ve kalbiniz size en uygun hayat arkadaşınızı bulmanıza yardımcı olacak, 100 hata yerine 10 hatada en doğruyu bulacağınıza inanıyorum.


17 Kasım 2012 Cumartesi

Ayna Ayna Söyle Bana….



Günde kaç kere aynaya bakıp kim olduğumuzu görürüz? Sadece oradan geçerken, kıyafetinizin ya da makyajınızın düzgün olup olmadığını kontrol etmekten ya da saçınıza şöyle bir göz atmaktan bahsetmiyorum.

Kendi gözlerimiz vasıtasıyla ruhumuza  dalıp özümüzü hatırlamaktan bahsediyorum.

Kıyafetle, kıyafetsiz, tüm varlığımızla birlikte. Ruhumuzun gözlerimizden fışkırmasına izin veriyor muyuz? Kim haline geldiğimizi görüyor muyuz? Camda çatlaklar var mı?

Peki ya çoklu yansımalar? Özünüze ait olmadıkları halde üzerinize almış olabileceğiniz, kendinizden farklı görüntüler var mı? Ne görüyorsunuz?

Bu kendinizi nasıl hissetmenize yol açıyor? Belki aynaya bakıp bir an için üzgün bir yüz görüyoruz. Bu görüntü nereden kaynaklanıyor?

‘Önemli değil’, ‘bu benim suçum değil’, ‘sadece geçici bir şey’…. İlişkiler kötü gittiğinde iyi olmayanın başkası olduğunu ya da onun değiştiğini söyleriz. Biz her zaman normal, masum, mükemmel belleğimizi sergilerken onlar şunu ya da bunu yapmışlardır.

Yine de işlerimiz iyi gitmiyordur, çocuklar yaramazdır, ekonomik durumumuz iyi değildir, evdeki hayvanımız saldırgandır, sevgilimiz terk etmiştir. Bu durumda ters giden nedir? Bizler biyoelektromanyetik varlıklarız ve sempatiyle sevgiyle hayatın tınısını yansıtırız.

Temas ettiğimiz her kişi, edindiğimiz her  deneyim bir şekilde bizim parçamız olur. Genellikle farkında olmadığımız şeyleri de üzerimizde toplarız.

Yüklediğimiz şeylerin, nasıl değiştiğimizin, benliğimiz ile ilgili neler hissettiğimizi herkesin görebileceğinin hiç farkında değilizdir. Bunları çok güzel gizlediğimizi sanırız, hem de bunların gerçek olmadığı konusunda kendimizi kandırabilecek kadar…Duvardaki aynaya baktığımız da her zaman o kadar da dürüst  olamayız.

Günlük bir egzersiz olarak, aynaya bakıp ruhunuzun derinliklerini görün. Orada ne görüyorsunuz ve gördüğünüzü sevebiliyor musunuz? Kendinizi mi kandırıyorsunuz, yoksa dürüst müsünüz?

Benliğinizi severek, sorumluluk  alıp, engellemelerden  bağımsız  dürüst bir şekilde yapabildiğiniz taktirde kendinizi görüyorsunuz demektir. Değişim her zaman mümkündür, yeter ki siz kendinizle yüzleşip kim olduğunuzu ve nelerin değişmesi gerektiğinin farkına varın.   


1 Kasım 2012 Perşembe

Türkiye Nereye Koşuyor


Görünüşe göre iyi bir yere koşmadığı kesin.

Yıllar evvel Emin Çölaşan Turgut Nereden Koşuyor diye bir kitap yazmıştı. Emin Çölaşan’a kesilen ceza  maddi/manevi tazminat ve  Doğan Yayıncılıktan bir süre uzaklaştırılmaktı.

Cesaretli bir yazar olan  Ergun Poyraz, Musa’nın Çocukları,  Takunyalı Führer kitaplarını yazdı ve cesaretinin bedeli olarak 2007’den beri Silivri Cezaevinde yaşamaktadır. Takunyalı Führer’de, ‘bildiğim bazı konuları da yazsam sanırım hapishaneden asla çıkamayacağım’ diye yazabilme cesaretini de göstermiştir.

Bol miktarda İBLİS yer altından çıktı ve artık aramızda yaşıyor.  Bunlardan birine bu sabah arabanın radyosunda kanal ararken, tesadüfen denk geldim.

Artık herkes içindeki tüm zehirleri  malumunuz üzerine oldukça rahat döküyor. Anasını sattığımın memleketinde doğruları söylemek  ‘out’, zehir saçmak ‘in’ oldu.

Yayına  yorumcu olarak katılan İblis’te, 1928 yılında  Latin Alfabesine geçmiş olmamızın kendisi ve grubuna verdiği esefi bolca dile getirdi. ‘kaç yüz yıllık alfabemizden vazgeçtik halbuki   İsrailliler hem Latin kullanıyor hem de İbranice kullanıyor, biz niye kendi alfabemizi kullanmıyoruz’ ile başlayıp, sövüp durdu. Galiba RTÜK diye bir şey vardı bir zamanlar.

Cumhuriyet Bayramını kutlamanın bile artık suç olmaya başladığını gördük ki, kutlamaların yasaklanması genelgesinin  27 Ekim’de İçişleri Bakanlığından Valililiklere yollandığını yine basın aracılığıyla öğrendik.

Aslında her şey, ABD’nin Ilımlı İslam Modeli ve buna bağlı olarak Büyük Ortadoğu Projeleri ile başladı. Ama anlaşılan odur ki, Ilımlı İslam Modeli Türkiye uygulaması ABD’nin arzu ettiği çizgi sınırlarını çoktan aştı.

Bu sebeple, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch’ten önümüzdeki hafta yapılacak açıklamada not arttırımı beklentisinde olan piyasalar, dün Moody’s’den gelen sürprize sınırlı tepki gösterdi. Türkiye ekonomisi ile ilgili pozitif yönleri sıralayıp, kredi notu ile ilgili açıklamalarda bulunan Moody’s, politik risklere de dikkat çekti.

Türkiye’de özellikle 29 Ekim kutlamalarında artan siyasi tansiyon ve Kürt sorununun çözümüne ilişkin belirsizlikleri göz ardı etmeyen Moody’s, “Türkiye’de laik ve dindar/bölgesel ve etnik çatışmalardan kaynaklanan politik riskler var” dedi. 

Moody’s, cari açığın azaltılması,  döviz rezervlerinin artması veya özel sektör dış borçlanmasının azaltılmasıyla dış kırılganlıkların azalması halinde not artışının değerlendirilebileceğini kaydetti. Moody’s tarafından yapılan değerlendirmede, dış kırılganlıkların azaltılması yönündeki gelişmelerin tersine dönmesi halinde, kredi notunun görünümü ‘pozitif’ten ‘durağan’a çekilebileceği uyarısında bulunuldu. Açıklamada ayrıca, “Çok olası görünmese de yabancı sermaye akışında ani ve sürekli duruş, kredi notunu aşağı yönlü baskılar. Kamu maliyesinde ciddi bozulma, görünümde ve ekstrem durumda kredi notunda düşüşe neden olabilir” yorumunda bulunuldu.
 

Bildiğiniz gibi ülkemizdeki konulara NATO’ya girişimizden bu yana ABD karar vermektedir. Bu konudaki ilk başvuruları, Kurtuluş Savaşı sırasında ‘manga’mız olun ile başladı. İsmet İnönü’nün de o yıllarda manga ya sıcak baktığını biliyoruz.

Darbe mi olacak / hükümet mi değişecek, silah mı alınacak, savaş mı çıkacak, etnik ayrımcılık mı yapılacak, üretim mi sınırlanacak, fındık/zeytin  ağacı mı sökülecek, ekilecek ürünlerin belirlenmesi, tohumun nereden alınacağı,  ….. her konuya  SAM Amca karar vermektedir. Bir zamanlar CIA’in ofisinin de Başbakanlık binasında olduğu söylenir.

Devletin tüm önemli kuruluşlarında görev yapan kişilerin muhakkak ABD bağlantılı geçmişlerinin olduğunu da biliyoruz. Bu ülke Green Card’ı olduğu söylenen, Eisenhower Fellowship’li  Başbakanlar, müşteşarlar, milletvekilleri  gördü. Özal Brothers’ların da ABD hikayelerini biliyoruz. Anlayacağınız, ABD yatırım yapacağı kişileri  bir şekilde kanadına alıp, yetiştiriyor.

Şimdi bu durumda, mevcut politik riskleri gören ABD sizce ne yapar? Ama önce elindekini sonuna kadar kullanacaktır.

Ancak, ülkemizdeki dejenerasyon politik, mali, rejim, etnik risklerle sınırlı değil. A-Z’ye her konuda dejenerasyonun uçlarını yaşıyoruz. Sapkınlık aşırı arttı. Fahişelerle evlenmek itibar göstergesi oldu, toplu tecavüzler, eşcinsel eğilimlerde aşırı artış. (Homofobik olduğumu sakın düşünmeyin, bahsetmeye çalıştığım şey çok farklı)

İşyerlerinde mobbing’te aşırı artış var, işyerinde ilerlemenin en önemli yolu artık birileri ile yatmakla veya yancılıkla başlıyor. Nerede kaldı eğitim, tecrübe?

Çifçi’nin/ hayvan yetiştiricinin hali berbat ötesi, tarım ve hayvancılık şu dönemde aşırı desteklenmesi gereken konular. Tarım olmazsa para mı yiyeceğiz.

Deniz/göl/ırmak/yer altı kaynaklarını kirletmek için aşırı özen gösteriliyor. Çevre ve Orman Bakanlığımız var ama tabeladan öte gidemiyor.

Eğitim zaten artık yok.

Sağlık; kör topal gidiyor. Malpraktis şikayetlerinde artış var ama doktorlar hakkında işlem yapılmıyor. Malpraktis şikayetinde bulunanlardan birisiyim ama arpa boyu yol kat edemedim.

Hukuk, ortalama bir dava en az 5 yıl sürüyor. Yargıtay süreci hariç.

Üretim/inşaat sektörü, her zaman olduğu gibi yanından sağından solundan çarpalım.

Liste böyle uzar gider,  sinirlerimi aşırı zıplatmadan noktayı koyayım.

Peki biz bunları niye yaşıyoruz?

Aklımıza gelen ilk tarif ile başlayalım. Tarih ders alınmadıkça tekrarlayıp, durur.

Ders almadıkça yaşamlar boyunca tekrarlanan konulara ne diyorduk. KARMA

Daha evvel ki yazılarımda 26.000 yıllık siklus sonu ama asıl tüm kainat, evrenler, yaratılmış olan her şeyi içine alan büyük siklustayız demiştim.

Kıyametin alametleri bize öğretilmişti, ayaklar baş olacak, zina – bina artacak. O yüzden Türkiye’yi ben biraz da Sodome ve Gomore’ ya da benzetiyorum. Kıyamet öncesi son sapkınlıklar.

Mars ile ilgili yazımı okuduysanız, evrim programında savaşçı karıncaların  geri kaldığından, peygamber develerinin de aşama yapıp bir üst boyuta geçtiğinden bahsetmiştim. Bazılarımız o yüzden yüzyıllar öncesinin özlemiyle yaşıyor.

Dünyamız 4. Boyuttan, 5. Boyuta yapısal olarak 2014 sonuna kadar geçecek. Bazı iri taşları da 4. Boyutta bırakacağız. Geçtikten sonra dertler bitiyor mu derseniz?

Maalesef!... Bu sefer başka taşlar, eğrelti otları yolumuza çıkacak. 

İnsanlık; din, dil, ırk mezhep, cinsiyet ayırımı yapmayacak, ortak bilinç  seviyene gelinceye kadar eleklerin telleri iri taşları temizleyecek. 2300 lere kadar bu şekilde devam ediyor. Sonrası Altın Çağ.

Ortak bilinç seviyesini ne kadar erken yakalanır ise evrim basamaklarının zor yolları da o kadar kolay atlatılacağı kanaatindeyim. Aksi taktirde çok zor  günler dünyayı bekliyor.

O yüzden, şu anki kaba madde formumuzda bilinç ve kaba madde evrimlerimizi bir an evvel tamamlayıp, Altın Çağ’a kadar olan ara dönemde dünyaya gelmemize ihtiyaç kalmaması en ideali.

Yolunuz Her Daim Işık ile Aydınlansın.