31 Mayıs 2013 Cuma

RANT KAVGASININ GÖLGESİNDEKİ TOPÇU KIŞLASI / GEZİ PARKI



Sultan 3. Selim tarafından 1806 yılında, Kapıkulu askerlerinin topçu ocağı için inşa edilir. Yapı bir yıl sonra çıkan Kabakçı Mustafa isyanında hasar görünce Sultan 2. Mahmut tarafından tamir edilir. Kışla zaman içinde tahrip olunca ünlü mimar Krikor Balyan, 19. yüzyıl mimari üslubuyla oldukça gösterişli bir tarzda proje hazırlar.




Ardından Sultan Abdülmecit döneminde Tophane Müşiri Halil Paşa’nın gayretleriyle yeniden yapılır. Orta yerinde genişçe avlusu, her köşesinde ve cephelerin tam ortasında yer alan üçer katlı yüksek bölümleri ve bir anıtı andıran devasa kapısıyla devrin yapıları arasında dikkat çeker. 

Kapıda Hint veya Rus mimarisinde yer alan soğan kubbeli kapılar kışlayı daha da zenginleştirir. Kışla, 1860 ve 1870 yıllarında en parlak dönemini yaşadıktan sonra yavaş yavaş önemini yitirir. Yapı 31 Mart vakasında da kilit rol oynar. İsyan, 12-13 Nisan 1909 gecesi Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburu’na bağlı askerlerin subaylarına karşı ayaklanarak Meclis-i Mebusan’ın önünde toplanmalarıyla başlar.

İsyancılar, Hareket Ordusu İstanbul’a girdiğinde de direnir. Birliklerin topa tutmasıyla yapı ciddi yıkıma uğrar. 31 Mart 1908’den sonra ise askeri olmayan amaçlar için kullanılmaya başlanır. I. Dünya Savaşı sırasında kısmen boş kalır. İşgal yıllarında ise Fransız kuvvetlerinin yönetimindeki Senegalli askerlere tahsis edilir.




Uzun zaman metruk duran kışlanın ortasındaki avlu düzenlenerek Taksim Stadı olarak 18 yıl Türk sporuna hizmet eder.


İnönü Gezisi (Gezi Parkı), erken Cumhuriyet İstanbul’unu planlayan Henri Prost tarafından, kentin 2 No.lu Parkı olarak tasarlandı. İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar, Prost’tan, büyük törenlerin düzenlenebileceği bir meydan istemişti. Prost, Taksim’i önerdi. Prost, bugün parkın bulunduğu yeri “eski bir mezarlığın kalıntıları (Surp Agop Ermeni mezarlığı), derme çatma bazı garaj yapıları, harabe halinde bir kışla ve anıtın bulunduğu meydanın çevresinde bazı mağazalar ve kafeslerin” bulunduğu bir alan olarak tanımlıyordu. 1909’dan beri kullanılmayan “Harabe halindeki kışla” 1939’da yıkıldı.
Taksim Kışlası’nın yıkılıp park yapılması 1940’larda eleştiri konusuydu. Prost, Kasım 1944’te İnönü Gezisi’de bir Pazar günü çektiği fotoğrafın arkasına şu notu düşmüş: Şehirciye yöneltilen ‘Bütün bu parklar ne işe yarayacak?’ sorusuna en iyi yanıtı çocuklar ve anneler veriyor.”  

Gezi Parkı’ndaki rant kavgası, yandaş müteahhiti kalkındırma çabalarının 4 yıl öncesine dayanmaktadır.
(Sabah, 8 Temmuz 2009)
Büyükşehir Belediyesi’nin Beyoğlu ilçesi için hazırladığı -1/5000 ölçekli- Kentsel Sit Alanı Koruma Amaçlı Uygulama İmar planı, 21 Mayıs 2009’da meclis kararıyla kabul ediliyor. Büyükşehir bu planda, 1939’da yıkılarak Taksim Gezi Parkı’na (İnönü Gezisi) dönüştürülen Taksim Kışlası’nın sosyal ve kültürel amaçlı kullanılmak üzere yeniden inşasını öneriyor. Bu öneri Beyoğlu’ndan sorumlu II Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından reddediliyor. Başkan Kadir Topbaş gazetecilere “Belediyemiz bunda ısrarlı olmaz” diye açıklama yapıyor.
 Topbaş’ın ısrarcı olmadığı öneri, bu kez 13 Ocak 2011 tarihinde Beyoğlu Belediyesi’nde askıya çıkan -1/1000 ölçekli- Kentsel Sit Alanı Koruma Amaçlı Uygulama İmar planında bir kez daha, hem de garip bir şekilde karşımıza çıkıyor. Plan raporunda “Taksim Gezi Parkı mevcut haliyle aynen korunmuştur” yazıyor.
Takip eden cümlede ise aynen şu yazıyor: “Anıtlar Kurulu’nun Taksim Kışlası’nın ihya edilmesine dönük kararları mevcut anıtsal ağaçların korunması ile mümkün olabilir. Anıtlar Kurulu’nun Taksim Kışlası’nın ihyasına dönük kararları verirken bu yeşil dokunun korunması gerekmektedir.” (sf 112)
Yani II Numaralı Koruma Kurulu, yapılmasını iki yıl önce geri çevirdiği Taksim Kışlası’nı her nasılsa ihya etmeye karar veriyor. Hatta rapora göre kurul “Ben kışla yapmak istiyorum” diyor; belediye de kurulu “Aman ağaçlara dokunma” diye uyarıyor!  
70 yıl önce yıkılan bir yapıyı tekrar dikecek güçte olup olmadığını görebilmek değil. Mesele, İstanbul ciğerleri tükenmiş bir hasta gibi can çekişirken, 70 yıldır park olarak kullanılan bir alanın, mahiyeti ve işlevi ne olursa olsun yine betona terk edilme tercihinin ortaya konup konmayacağı.
“Beyoğlu genelinde yeşil alanlar oldukça yetersizdir” diyor rapor (sf 112) ve rakamları veriyor: Beyoğlu’ndaki –refüjler dahil- yeşil alanların, ilçenin yüzölçümüne oranı yüzde 7,83. Yeşil alanların toplam yüzölçümü 232 bin metrekare. Taksim Gezisi ise 38 bin metrekare.
2013’e geldiğimizde ise, hatırlı yüksek mertebeli kişiler belediyenin “Aman ağaçlara dokunma” yazısını “Aman Ağaçlara Dokun” olarak değiştiriyor.



Bu kadar çıldırdık mı?





4 gündür parkı terk etmeyerek direnişe geçen İstanbullulara polis bu sabah çok erken saatlerden itibaren gaz bombaları ve tazyikli suyla müdahale ediyor. Polisin sert müdahalesi ve yine çok miktarda gaz kullanması nedeniyle yaralananlar çeşitli hastanelere kaldırılırken, İstanbul Tabip Odası’nın açıklamasına göre 7 kişi ciddi şekilde yaralandı. Bu yaralılardan 6’sının başına isabet eden cisimler nedeniyle kafa travması geçirdiği, bir öğretmenin de bacağının kırıldığı belirtiliyor. Tabi ki bu sayı hızla artıyor ve artacak.

Köşeyi dönecek yandaş müteahhit için devletin kolluk gücü, sanki savaştaymış gibi kendi halkını kırıyor.

Bir Avuç Yeşil Alan İçin
Koyun Halk Olmadığını Kanıtlayan
Gezi Parkı Direnişçilerine Sonsuz Saygılar.

  





7 Mayıs 2013 Salı

GAFLET UYKUSUNDAKİ ANKARA’LI, AOÇ ELDEN GİTTİ, HABERİNİZ VAR MI?




Atatürk, ağaç bile yetişmeyen bir yerde insanın nasıl yaşayabileceğini kendi kendilerine soran ve Ankara'nın Başkent oluşunu affedilmez bir hata sayan insanlara yepyeni bir mucize daha göstermek istiyordu. O, bu şekilde aynı zamanda hem Türkiye tarımına modern bir çiftliğin örnek yöntemlerini hediye etmek, hem de bazı durumlarda ilmin dahi gerçekleşmesini mümkün görmediği girişimlerinde gerçekleştirilebileceğini kanıtlamak gibi çok önemli bir teşebbüste bulunuyordu. 


Çiftlik için ağacın bile yetişmediği bir yeri tercih eden Atatürk, kuruluş çalışmalarını yakından ilgilenmek ve bizzat yönetmek arzusu ve azmi ile ilgililere yurt tarımına örnek olacak Gazi Orman Çiftliği'ni kurmak üzere derhal çalışmalara başlama emrini verdi. 

Verilen emirler arasında; en kötü tarım koşullarına sahip olduğunun tarım uzmanlarınca bildirilmesi üzerine, eliyle işaret etmek sureti ile iyileştirilmesi gereğini ileri sürdükleri alanın satın alınıp, işletme planlarının hazırlanması, arazinin düzenleme ve iyileştirilmesi ile birlikte hemen tarım yapılabilmesi konuları başta geliyordu. 

İlk olarak çitlik idare merkezi ile, parkların ve sebze bahçelerinin de üzerinde bulunduğu 20.000 dönüm arazi, Merhum Abidin Paşa'nın eşi Faika Hanım'dan satın alındı. Atatürk'ün ilk olarak aldığı bu araziye verdiği yüksek fiyat, çevrede bulunan ve işletilmeyen çok sayıda arazi parçasının sahipleri tarafından satılmasını teşvik etti. 


Böylece Etimesgut, Balgat, Çakırlar, Güvercinlik, Macun, Tahar ve Yağmur Baba çiftlikleri de satın alındı. Bu şekilde büyük ve modern bir tarım işletmesi için 52.000 dönümlük genişliğe ulaşan bir arazi varlığı üzerinde Gazi Orman Çiftliği doğmuş oldu. 


Büyük Önder, bu teşebbüsteki iki ana gayesini gerçekleştirmiştir. Bu sayede hem modern tarım tekniklerinin ilk örneklerini Türkiye tarımına hediye etmiş, hem de o zamana kadar Ankara halkının tek mesire yeri olan Kayaş Vadisi'ni aratmayacak, hatta her yönüyle ondan üstün olan bir mesire yeri yaratmak arzusunu gerçekleştirmiştir. 

Gazi hazretlerinin kurmakta olduğu örnek çiftliğin planındaki gaye şunları yapmaktı: 

- Bu arazide bulunan ve Ankara’nın havasını bozan bataklığı kurutarak, burada orman yetiştirip havayı güzelleştirmek, 

- Ankara ikliminde yetiştirmek imkânı olduğu halde göreneksizlik ten ekilmeyen bazı ziraat bitkilerini bu çiftlikte tecrübe ederek yetiştirip halka, çiftçiye gösterip yaymak 

- Çiftçinin elinde bulunan tohumları ıslah etmek, 

- Çıplak ve ağaçsız olan Ankara İli’nin her yerini ağaçlandırmak için burada meyveli ve meyvesiz fidan yetiştirerek halka dağıtmak, 

- O zamana kadar o muhitte bulunmayan bazı verimli iyi cins hayvanları ve tavukları yetiştirip çoğaltarak köylüye damızlık olarak vermek, 

- Geniş ve fennî bir ziraat yapabilmek için makineli ziraatın nasıl yapıldığını köylüye göstermek, makineli ziraatın faydalarını anlatarak köylüyü makineli ziraata teşvik etmek ve her sahada kurslar açarak köylüye bilgi vermek, 

- Çiftlikte ziraatın, arıcılık, sütçülük, tavukçuluk, sebzecilik, meyvacılık ve bağcılık gibi her şubesinin kurularak üretilen çeşitli mahsulün şehirde açılacak mağazalarda satılıp halka ucuz ve temiz en iyi vasıflı gıda sağlamak, 

- Ankara halkının temiz hava alma ihtiyaçlarını karşılamak üzere mesire, piknik ve eğlence yeri olarak geniş bir koruluk ve orman alanı yapmak, 

- Ankara’da açılan Yüksek Ziraat Okulu’na girecek lise mezunu gençlerin bir sene bu çiftlikte fiilen çalışarak staj görmeleri. 

Büyük Atatürk, "Ağaç bile yetişmiyor, burada insan nasıl yaşar?" denilen bir yerde kurmayı tasarladığı eserini çok kısa bir sürede tamamlamış ve varmak istediği hedeflerin biri dışında tamamını gerçekleştirmiştir. 

Artık O'nun için varılacak son hedef, diğer çiftlikleri ile birlikte Atatürk Orman Çiftliği'ni de çok sevdiği ve değer verdiği Milleti'ne hediye etmekti. 

Bu düşünce ile çiftliklerinin ve mülklerinin devlete devir işlemleri konusunda gerekli resmi belgelerin hazırlanması için Tapu İdaresine direktif veren Ulu Önder, hazırlanan belgeleri imzalamak üzere çiftlik içerisindeki Marmara Köşkü'ne 11.05.1937 günü teşrif ederler. 

Atatürk devirle ilgili işlemlerden sonra Başbakanlık'a yazdığı 11.06.1937 tarihli bir tezkere ile bütün tesis, hayvan varlığı ve demirbaşları ile beraber tasarrufu Orman Çiftliği ile birlikte diğer çiftliklerini hazineye bağışladığını bildirir. 


Çiftliğin gelirlerine büyük katkısı olan ve Atatürk tarafından bu maksatla kurulmuş olan Bira Fabrikası bu dönem içinde (31.07.1939) Tekel Genel Müdürlüğü'ne devredilmiştir. 

Çiftliğin korunmasına yönelik Yasa Maddelerine rağmen, Çiftlik arazisi izleyen yıllar içinde pek çok kamu ve özel kuruluşun iştahını kabartmış, Ankara’nın büyümesi ile birlikte kentin yoğunlaşan altyapı gereksinmesi ve rant baskıları, Çiftlik alanını olumsuz yönde etkilemişti. 

Kurulduğunda 52 000 dönüm olan Atatürk Orman Çiftliği arazisi, günümüzde 33 487 dönüme inmiştir. AOÇ, geçen 67 yıl içinde yasayla devir ya da satış yoluyla arazi varlığının %36’sını kaybetmiştir (AOÇ Müdürlüğü, 2004). Buna kiraya verilen alanlardaki amaç dışındaki kullanımlar da eklenince bu oran %45’lere çıkmaktadır. 

Çiftlik arazilerinin devri, genelde dört değişik yöntemle yapılmıştır. 

Özel Kanunla Devir : Başta MSB olmak üzere kamu kuruluşlarına.
Protokol Yolu İle Devir : AŞTİ
Kiralama Yolu İle Devir : Petrol Ofisi Gen. Müd., Mitaş, Atlı Spor, TJK, PTT; Set Çimento, MIT, Karayolları, Belko,ASKİ; Yenimahalle-Etimesgut Belediyeleri, …….
Yasasız, Protokolsüz Devir : Anıt Mezar

Günümüzdeki duruma gelir isek; 

Malum TC Gündemi’ne Başkanlık Sistemi, Anayasa değişikliği ile getirilmek isteniyor. 


1992 yılında çiftlikten kalan arazi, 1. derecede tarihi ve doğal sit alanı olarak tescil edildi. 

Uzun süredir AOÇ’u talep eden Büyükşehir Belediye Başkanı, bölgenin 1.derecenin üzerinde SİT alanı olması ve kuruluş amaçları dışında değerlendirilemeyeceği gerekçeleriyle yargı engeliyle karşılaşıyor ve bu amacına ulaşamıyordu. 

Ankara 1 Nolu Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu, AOÇ’de, arazi üzerindeki 1. derece sit alanı şerhinin kaldırılmasına ve arazinin ‘Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı’ olarak tesciline karar verdi. 

Mülkiyeti Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri A.Ş’ye ait araziyle ilgili kararda ‘Arazinin eğitim, arşiv ve kongre merkezi fonksiyonlarını içeren resmi kurum alanı yapılmasında kamu yararı bulunduğu’ sonucuna vardı. Söz konusu parsellerin; üzerinde yapılar olduğu, bitki dokusu insan eliyle oluşturulan yapay bir çevre olduğu için 1. derecede doğal sit özelliği taşımadığı vurgulandı. 

Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu da 3 Şubat 2012’de, arazinin ‘kamu kurumları alanı’ olarak değiştirilmesinin uygun olduğunu kararlaştırmıştı. 

19 Mayıs Üniversitesi Toprak Bölümü’nden bir akademisyen grubunun 2005’te Atatürk Orman Çiftliği’nde yaptığı araştırmanın sonuçları, çiftlik toprakları içinde yalnızca yüzde 8.2’lik bölümün tarımsal kullanıma uygun olmadığı, geri kalan bölümün yüzde 54.4’ü “oldukça iyi” olmak üzere “tarıma uygun” arazilerden oluştuğunu göstermiş olmasına rağmen, AOÇ’de bir Başbakanlık Sarayı, milletvekillerine yönelik sosyal tesisler, büyük bir hayvanat bahçesi ve bir bölümü otoban büyüklüğünde çok sayıda yol yapımının amaçlandığına ilişkin açıklamalar sıklıkla basında yer alıyor ve bunların inşası da hızla devam etmektedir. 

1930 yılında kurulan ve 1961 yılından beri aynı işletmeci ailede kirada bulunan Merkez Lokantası’da Ocak 2013 de maalesef baskılar ve maddi sıkıntılar sebebiyle kepenk indirdi. 


Yapılması gereken, Ankara’nın en önemli nefes alma alanlarından biri de olan AOÇ’yi korumak ve geçmişteki kayıpları da azami ölçüde telafi etmeye çalışarak, kuruluş amacına uygun olarak yeniden Ankara’ya kazandırmak ama nerede o zihniyet ……

AOÇ'de Bir Sen Eksiktin ABD :

Başkanlık sistemi özentisi ve özentinin mimarı ABD elbetteki dizinin dibinde bir Başkanlık isteyeceğinden, ilk fırsatta AOÇ’den arazi talep etmiştir.

ABD Büyükelçiliği Basın Sözcüsü T.J. Grubisha, AOÇ arazisinin satışına ilişkin iddialar üzerine, “Satışa ilişkin süreç, arazinin sahibi ve bir Türk kurumu olan TOKİ’ye sorulmalıdır” dedi.

Basın bildirisi satır arasına dikkat ederseniz, AOÇ’de hiçbir yetki ve sorumluluğu olmayan TOKİ’nin   kendi malı gibi hareket ettiği görülmektedir.






"Yeşili görmeyen gözler, renk zevkinden mahrumdur. 
Burasını öyle ağaçlandırınız ki; kör bir insan dahi 
yeşillikler arsında olduğunu fark etsin"

Mustafa Kemal Atatürk

20 Şubat 2013 Çarşamba

Mutlu İneklerin Ülkesi, İsviçre



Bana İsviçre’yi  kelimelerle ifade et deseniz;  kar, dağ, soğuk, saat, banka, tarafsız ve sıkıcı kelimeleri ile size tanımlayabilirdim. Bu tanımlamalar yüzünden ‘görmesem de olur’  dediğim ülke sıralaması içinde yer almaktaydı tâ ki, yurtdışı atarımızın gelip, orası burası şurası neresi diye gidecek yer bulamayıp, ‘üfff bu sefer de İsviçre olsun bari nasıl olsa bir ay sonra ABD seyahatimiz var’ diyene kadar.

Zürih’e gitmeye bu koşullarda karar verdik ve kendimizi İsviçre B.Elçiliği kapısında bulduk, vizemizi aldık; uçak biletlerimizi de promosyon yakalamışım ki; ohhh değmeyin keyfime.

Lakin daha otel bakmamıştım. Aman Allah’ım, internetten girdiğim düzinelerce otelde banyo tuvalet ortak, üstüne üstlük  oda ücreti ise  anasının nikahı.  Haydaaaaaaaa!

Gittiğim bilimum 5* otellerde bile,  tuvaletleri yanında götürdüğü minik çamaşır suyu şişesiyle dezenfekte eden ben, ortak tuvalet kullanacağım, hem de €’ları basacağım! Mümkünatı yok! Biletleri yakarım daha iyi! Eş, dost, akraba, İsviçre’liler temizdir, şöyledir, böyledir diyor. Nafile….

Güç bela 3* otel buldum, oda da tuvaleti banyosu var, fiyatı da uygun bu sefer de otel acaba çok mu kötü diye  karalar bağladım. Girdiğim tüm sitelerde şehir görüntüsü karanlık ve kasvetli gözükünce mideme ağrılar saplanmaya başladı. Bu seyahatte beklentimi hayli düşük tutmaya karar verdim.

Uçağın Zürih’e inişi esnasında, pist kenarında işaret betonunun üstünde duran iri bir kuş gördüm, yanlış görmüşümdür diye gözümü açtım kapattım. Hayır yanlış görmüyorum. Bildiğin, kartal bu! Dünya da kartal kalmış demek ki! Etraf yeşillik, ağaçlar falan var  ama şehir dışı genelde böyle oluyor diye kaileye almadım.

Uçak’tan indik, ara trene bineceğiz, bir tabela ‘Heidi’ye gider’ yazısını görünce gülümsedim. İngiltere metrosunu anmadan geçmeyelim dedik ve insanı bezdiren anonslarından birini ‘please mind the gap’ diyerek, trene bindik.

Tren’de bir inek sesi duydum gibi oldu, herhalde bana öyle geldi dememe kalmadı yine ‘möööö’,  ‘ineğin biri  trene mi bindi acep’ diye etrafıma  baktım. Sonra gözüme trenin camı çarptı, cam morardı ve inek görüntüleri  çıkarak ‘möö’ lemeye başladı. Ben orada kendimi kaybedip kahkahaları bastım.  

Havalimanından otele tren ile geçtik, otelimiz Hauptbahnhof'a çok yakın, elimle koymuş gibi oteli buldum. Otele girdik, kapının yanında duran şemsiyeleri görmezden geldim.  Kötü çıkar diye beklediğimiz otel her türlü hijyen koşullarımdan tam not aldı.  

Karga boku saatinden evvel yola çıktığımız için yorgunuz ama olsun, şunun şurasında 4 gün buradayız diyerek kendimizi sokağa vurduk. Her seyahatte ‘rehber’ ben olduğum için bu görevi bu sefer bizim 4. Numaraya yıktım. Kardeş’ciğim elinde harita ile bir bütün oldu ama Zürih sokaklarında ne nereye nasıl çıkar, artık 40 yıllık Zürih’li gibi bilir.


Şehrin toplu taşıtım ağı elektrikle çalışıyor ve vızır vızır işliyor. Elektrik işini nükleer santralle çözmüşler ama adamlar İsviçre’li olduğundan nükleer santrali patlatmayacaklarına eminim.

Kaldırımlar var ile yok arası; bir ülkede kaldırım ne kadar alçak ise medeniyet seviyesinin yüksekliğinin ölçüsüdür. Kaldırım yükseldikçe mağara formatına doğru gidiyoruz.

Karşıdan karşıya geçerken çok korkarım; çünkü  insanın üstüne doğru  hızlanıp arabayı sürüyorlar. İsviçre’de ise tam tersi, yaya her yerde öncelikli. Şimdi bana Avrupa’da zaten öyle diyeceksiniz ama öyle değil işte, farkı yerinde anlayacaksınız.

Hayli pahalı bir şehir, kim bilir belki de göç almamak içindir. Alışveriş meraklılarına üzücü haber.

Heteroseksüel nüfus fazla, kilo sorunu yok, yaşlıları  dinamik, kadın ve erkekler bacak güzelliklerini ve formlarını korumayı, bisiklete borçlular.

Yollar tertemiz, en ufak çöp kırıntısını bulamazsınız.

Bu arada seçim öncesine denk gelmişiz, bir politikacının parkta konuşması vardı ve yanındaki  elma sepetinden dinleyicilerine elma dağıtıyordu. Ne bileyim, çeyrek altın, çamaşır makinası, gıda/yakacak yardımı olmadığı için burun büküp hemen oradan uzaklaştık ama bu çömez politikacıyı Ankara’ya davet edip, politikanın inceliklerini öğretmek farzdır dedik.

Her yer ağaç, göl, nehir, nehir, dağ, göz  tırmalayan mimari yapılara rastlamak mümkün değil.

Sokakta cep telefonu ile konuşanlara biraz tuhaf bakıyorlar, iş peşimi bırakmadığı için sokaklarda çok konuştum o yüzden kınalayıcı bakışlara maruz kaldığımı belirtmeden geçemeyeceğim.

Benzer bir durum Paris’te Pantheon’da başıma gelmişti ve kibarca binadan çıkarılmıştım.

Medeni toplumların, medeni insanları; işyerim  tatil dinlemiyor.

Şehrin içinde Limmat nehri var, kuğularla birlikte yüzüyorlar. Nehirleri  o kadar temiz ki, parlak bir gün ışığında dibini görüyorsunuz. Kutu kola, pet şişe, araba lastiği, klozet, ayakkabı bulunmaması sebebiyle, İsviçre’lileri çok ayıpladım. Hele o kuğularla yüzmek ne demek? Kuğu Gölü balesi mi yapacaksınız?

Gece hayatı için gidilecek mekanlar var ama genelde insanlar sokaklarda elinde birası, yiyeceği oturup sohbet ediyorlar. Parklar, banklar insanlarla dolu ama taşkınlık yapanına rastlamadım.

Yalnız, her renk ve ırktan kadınların çalıştığı  stripclup’un bir üst versiyonunda bolca var fakat bunu kafamda şablona oturtamadım  ama sonuçta Alman etkisidir diye kanaat getirdim.

Mecburen bir parktaki tuvalete girmem gerekti, ön yargılarımın getirdiği düşünceler ve mecburiyetin verdiği sıkıntı ile kendime küfürler ederek, tuvalete girdim ama bir kez daha beni utandırmayı başardılar. Tuvalet temiz olmanın yanı sıra duş almak isteyenler bile düşünülerek dizayn edilmiş. Bağımlı adedini tesbit etmek üzere atık şırınga bölümü bile vardı.  Fakat görebildiğim kadarıyla boştu.

İsviçre’deki ikinci günümüzü Alp’lere ve Luzern’e ayırdık. Hedefimiz 12 ay boyunca karın eksik olmadığı 3,268 m yüksekliğindeki Titlis Dağı ama önce Pilatus’a uğrayacağız.















Zürih’ten çıktık ve Cennetin başka yüzlerini gördük. Çocuklu evlerin bahçelerinde  trambolini görünce çok sinirlendim. Bizim neyimiz eksik, onların veletlerinden?












İsviçre’lilerin olmazsa olmazı inekler. Her evin en az 2-3  ineği var. Şimdi siz inek çok, et fiyatları ucuzdur diye düşünebilirsiniz ama yanıldınız. İnekler kesmek için değil.

Boyunlarında çıngırak bütün gün özgürce dağ tepe, kesilme derdi olmadan özgürce dolaşıyorlar. Eminim, Hindistan’daki inekler bile İsviçre’de mülteci olmayı istiyorlardır.

Yol boyunca aracın bir sağından bir solundan bakarak, iç geçirdik. 

Millet yaşıyor, biz ise sünüyoruz. Ağaç yok, dağ yok, yeşillik yok, nehir, göl yok. Beton bloklarda, tabiattan uzakta  hayatımızı tüketiyoruz.






























Luzern, Titlis ve Pilatus’un haşmetinden sonra yorgun argın, birazda mahsun şehre tekrar döndük. Dilimizdeki tek cümle ‘millet yaşıyor’.

Gerçi dönüp, İsviçre’lilere sorsak, onlarda bir sürü şeyden şikayet edebilirler ama isterlerse seve seve yer değiştirebilirim. Ankara becayiş isteyen bana ulaşsın.


Evet seyahatimiz neredeyse bitmek üzere geldik 3. günümüze. Göl’de tekne turu.



En uzun turu seçtik. Tekne turu dediğime bakmayın, bildiğiniz gemi. Göl boyunca çeşitli kantonlarda duruyor, yolcu bırakıp, alıyor. Sonradan öğrendim ki, bir yerde inip, orayı dolaştıktan sonra aynı biletle, bir başka gemiye binip, turu tekrar tamamlayabiliyorsunuz.

Zümrüt yeşili, tertemiz bir göl, her yer kartpostal tarzında. Hava çok sıcak, yolculuğumuzun bitiminde  iki ton karardık.

Havanın sıcak olması ve günlerden cumartesi olması sebebiyle, halk kendini göl kenarın atmış, yüzenler, teknesiyle açılanlar, güneşlenenler ….
































Neden İsviçre’de doğmadım ki?

İsviçre’yi anlatmaya kelimeler yetersiz kalıyor o yüzden fotoğraflarla anlatmak en güzeli.



























































Pazar, son günümüz; şehirde gitmediğimiz birkaç yere daha uğradıktan sonra bizi getiren tren ile havalimanına döndük.

Alışverişi çok seven birisi olmama rağmen, fiyatların hayli pahalı olması sebebiyle sadece birkaç ufak şey alabildik, o yüzden alışveriş için ideal bir yer değil, keza lokantalarda hayli pahalı fakat her ülkede olduğu gibi uygun fiyatla yemek yeme koşullarına da sahip. Markete gidin, her türlü sandviç, hazır yemek çeşitleri uygun fiyatla reyonlarda bulabilirsiniz. Zaten, iş çıkışında çalışanların hepsi bu marketlerden yiyeceğini alıp çıkıyor. Yanına birasını veya başka bir içeceğini alıp, nehir/göl kenarında sessizce yiyip, evlerinin yolunu tutuyorlar.



İsviçre’yi gidilmesi gereken yerler listenize ekleyebilirsiniz.

Bu yazımın sonunda, İsviçre Büyükelçiliğinden 'oturma izniniz çıktı buyrun gelin' diye ararlar diye umuyorum. Ararlar değil mi?