Bana İsviçre’yi kelimelerle ifade et deseniz; kar, dağ, soğuk, saat, banka, tarafsız ve
sıkıcı kelimeleri ile size tanımlayabilirdim. Bu tanımlamalar yüzünden ‘görmesem de olur’ dediğim ülke sıralaması içinde yer almaktaydı
tâ ki, yurtdışı atarımızın gelip, orası burası şurası neresi diye gidecek yer
bulamayıp, ‘üfff bu sefer de İsviçre
olsun bari nasıl olsa bir ay sonra ABD
seyahatimiz var’ diyene kadar.
Zürih’e gitmeye bu koşullarda
karar verdik ve kendimizi İsviçre B.Elçiliği kapısında bulduk, vizemizi aldık;
uçak biletlerimizi de promosyon yakalamışım ki; ohhh değmeyin keyfime.
Lakin daha otel bakmamıştım.
Aman Allah’ım, internetten girdiğim düzinelerce otelde banyo tuvalet ortak,
üstüne üstlük oda ücreti ise anasının nikahı. Haydaaaaaaaa!
Gittiğim bilimum 5*
otellerde bile, tuvaletleri yanında
götürdüğü minik çamaşır suyu şişesiyle dezenfekte eden ben, ortak tuvalet
kullanacağım, hem de €’ları basacağım! Mümkünatı yok! Biletleri yakarım daha
iyi! Eş, dost, akraba, İsviçre’liler temizdir, şöyledir, böyledir diyor.
Nafile….
Güç bela 3* otel buldum, oda
da tuvaleti banyosu var, fiyatı da uygun bu sefer de otel acaba çok mu kötü
diye karalar bağladım. Girdiğim tüm
sitelerde şehir görüntüsü karanlık ve kasvetli gözükünce mideme ağrılar
saplanmaya başladı. Bu seyahatte beklentimi hayli düşük tutmaya karar verdim.
Uçağın Zürih’e inişi
esnasında, pist kenarında işaret betonunun üstünde duran iri bir kuş gördüm, yanlış
görmüşümdür diye gözümü açtım kapattım. Hayır yanlış görmüyorum. Bildiğin,
kartal bu! Dünya da kartal kalmış demek ki! Etraf yeşillik, ağaçlar falan
var ama şehir dışı genelde böyle oluyor
diye kaileye almadım.
Tren’de bir inek sesi duydum
gibi oldu, herhalde bana öyle geldi dememe kalmadı yine ‘möööö’, ‘ineğin
biri trene mi bindi acep’ diye
etrafıma baktım. Sonra gözüme trenin
camı çarptı, cam morardı ve inek görüntüleri çıkarak ‘möö’ lemeye başladı. Ben orada
kendimi kaybedip kahkahaları bastım.
Karga boku saatinden evvel yola
çıktığımız için yorgunuz ama olsun, şunun şurasında 4 gün buradayız diyerek
kendimizi sokağa vurduk. Her seyahatte ‘rehber’ ben olduğum için bu görevi bu
sefer bizim 4. Numaraya yıktım. Kardeş’ciğim elinde harita ile bir bütün oldu
ama Zürih sokaklarında ne nereye nasıl çıkar, artık 40 yıllık Zürih’li gibi
bilir.
Şehrin toplu taşıtım ağı
elektrikle çalışıyor ve vızır vızır işliyor. Elektrik işini nükleer santralle
çözmüşler ama adamlar İsviçre’li olduğundan nükleer santrali
patlatmayacaklarına eminim.
Kaldırımlar var ile yok
arası; bir ülkede kaldırım ne kadar alçak ise medeniyet seviyesinin
yüksekliğinin ölçüsüdür. Kaldırım yükseldikçe mağara formatına doğru gidiyoruz.
Karşıdan karşıya geçerken
çok korkarım; çünkü insanın üstüne doğru
hızlanıp arabayı sürüyorlar. İsviçre’de
ise tam tersi, yaya her yerde öncelikli. Şimdi bana Avrupa’da zaten öyle
diyeceksiniz ama öyle değil işte, farkı yerinde anlayacaksınız.
Hayli pahalı bir şehir, kim
bilir belki de göç almamak içindir. Alışveriş meraklılarına üzücü haber.
Heteroseksüel nüfus fazla, kilo
sorunu yok, yaşlıları dinamik, kadın ve erkekler
bacak güzelliklerini ve formlarını korumayı, bisiklete borçlular.
Yollar tertemiz, en ufak çöp
kırıntısını bulamazsınız.
Bu arada seçim öncesine denk
gelmişiz, bir politikacının parkta konuşması vardı ve yanındaki elma sepetinden dinleyicilerine elma
dağıtıyordu. Ne bileyim, çeyrek altın, çamaşır makinası, gıda/yakacak yardımı
olmadığı için burun büküp hemen oradan uzaklaştık ama bu çömez politikacıyı
Ankara’ya davet edip, politikanın inceliklerini öğretmek farzdır dedik.
Her yer ağaç, göl, nehir,
nehir, dağ, göz tırmalayan mimari
yapılara rastlamak mümkün değil.
Sokakta cep telefonu ile
konuşanlara biraz tuhaf bakıyorlar, iş peşimi bırakmadığı için sokaklarda çok
konuştum o yüzden kınalayıcı bakışlara maruz kaldığımı belirtmeden
geçemeyeceğim.
Benzer bir durum Paris’te
Pantheon’da başıma gelmişti ve kibarca binadan çıkarılmıştım.
Medeni
toplumların, medeni insanları; işyerim tatil dinlemiyor.
Gece hayatı için gidilecek
mekanlar var ama genelde insanlar sokaklarda elinde birası, yiyeceği oturup
sohbet ediyorlar. Parklar, banklar insanlarla dolu ama taşkınlık yapanına
rastlamadım.
Yalnız, her renk ve ırktan
kadınların çalıştığı stripclup’un bir
üst versiyonunda bolca var fakat bunu kafamda şablona oturtamadım ama sonuçta Alman etkisidir diye kanaat
getirdim.
Mecburen bir parktaki
tuvalete girmem gerekti, ön yargılarımın getirdiği düşünceler ve mecburiyetin
verdiği sıkıntı ile kendime küfürler ederek, tuvalete girdim ama bir kez daha
beni utandırmayı başardılar. Tuvalet temiz olmanın yanı sıra duş almak
isteyenler bile düşünülerek dizayn edilmiş. Bağımlı adedini tesbit etmek üzere
atık şırınga bölümü bile vardı. Fakat
görebildiğim kadarıyla boştu.
Zürih’ten çıktık ve Cennetin
başka yüzlerini gördük. Çocuklu evlerin bahçelerinde trambolini görünce çok sinirlendim. Bizim
neyimiz eksik, onların veletlerinden?
İsviçre’lilerin olmazsa
olmazı inekler. Her evin en az 2-3 ineği
var. Şimdi siz inek çok, et fiyatları ucuzdur diye düşünebilirsiniz ama
yanıldınız. İnekler kesmek için değil.
Boyunlarında çıngırak bütün
gün özgürce dağ tepe, kesilme derdi olmadan özgürce dolaşıyorlar. Eminim,
Hindistan’daki inekler bile İsviçre’de mülteci olmayı istiyorlardır.
Yol boyunca aracın bir
sağından bir solundan bakarak, iç geçirdik.
Millet yaşıyor, biz ise sünüyoruz.
Ağaç yok, dağ yok, yeşillik yok, nehir, göl yok. Beton bloklarda, tabiattan
uzakta hayatımızı tüketiyoruz.
Luzern, Titlis ve Pilatus’un
haşmetinden sonra yorgun argın, birazda mahsun şehre tekrar döndük. Dilimizdeki
tek cümle ‘millet yaşıyor’.
Gerçi dönüp, İsviçre’lilere
sorsak, onlarda bir sürü şeyden şikayet edebilirler ama isterlerse seve seve
yer değiştirebilirim. Ankara becayiş isteyen bana ulaşsın.
Evet seyahatimiz neredeyse bitmek üzere geldik 3. günümüze. Göl’de tekne turu.
En uzun turu seçtik. Tekne
turu dediğime bakmayın, bildiğiniz gemi. Göl boyunca çeşitli kantonlarda
duruyor, yolcu bırakıp, alıyor. Sonradan öğrendim ki, bir yerde inip, orayı
dolaştıktan sonra aynı biletle, bir başka gemiye binip, turu tekrar
tamamlayabiliyorsunuz.
Zümrüt yeşili, tertemiz bir
göl, her yer kartpostal tarzında. Hava çok sıcak, yolculuğumuzun bitiminde iki ton karardık.
Havanın sıcak olması ve
günlerden cumartesi olması sebebiyle, halk kendini göl kenarın atmış, yüzenler,
teknesiyle açılanlar, güneşlenenler ….
Neden İsviçre’de doğmadım
ki?
İsviçre’yi anlatmaya
kelimeler yetersiz kalıyor o yüzden fotoğraflarla anlatmak en güzeli.
Pazar, son günümüz; şehirde
gitmediğimiz birkaç yere daha uğradıktan sonra bizi getiren tren ile
havalimanına döndük.
Alışverişi çok seven birisi
olmama rağmen, fiyatların hayli pahalı olması sebebiyle sadece birkaç ufak şey
alabildik, o yüzden alışveriş için ideal bir yer değil, keza lokantalarda hayli
pahalı fakat her ülkede olduğu gibi uygun fiyatla yemek yeme koşullarına da
sahip. Markete gidin, her türlü sandviç, hazır yemek çeşitleri uygun fiyatla
reyonlarda bulabilirsiniz. Zaten, iş çıkışında çalışanların hepsi bu
marketlerden yiyeceğini alıp çıkıyor. Yanına birasını veya başka bir içeceğini
alıp, nehir/göl kenarında sessizce yiyip, evlerinin yolunu tutuyorlar.
İsviçre’yi gidilmesi gereken
yerler listenize ekleyebilirsiniz.
Bu
yazımın sonunda, İsviçre Büyükelçiliğinden 'oturma izniniz çıktı buyrun gelin' diye ararlar diye umuyorum. Ararlar değil mi?